1-
ATEŞ VE SUYUN HİKAYESİ
Ateş
bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında sevdalanmış onun deli dalgalarına...
Hırçın
hırçın kayalara vuruşuna, yüreğindeki duruluğa
Demiş
ki suya: Gel sevdalım ol, hayatıma anlam veren mucizem ol...
Su
dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa al demiş; Yüreğim sana armağan...
Sarılmış
ateşle su birbirlerine sıkıca, kopmamacasına...
Zamanla
su, buhar olmaya, ateş, kül olmaya başlamış. Ya kendisi yok olacakmış, ya
aşkı...
Baştan
alınlarına yazılmış olan kaderi de yüreğindeki kederi de alıp gitmiş uzak
diyarlara su...
Ateş
kızmış, ateş yakmış ormanları... Aramış suyu diyarlar boyu, günler boyu,
geceler boyu..
Bir
gün gelmiş, suya varmış yolu Bakmış o duru gözlerine suyun, biraz kırgın, biraz
hırçın.
Ve o an
anlamış; aşkın bazen gitmek olduğunu. Ama gitmenin yitirmek olmadığını...
Ateş
durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
İşte
o zamandan beridir ki: Ateş sudan, su ateşten kaçar olmuş.
Ateşin
yüreğini sadece su, suyun yüreğini Sadece ateş alır olmuş.
CAN
YÜCEL
2-
HAYAT
Hintli
bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir
gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak
döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini
söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri
tükürmeye başladı. "Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle
"acı" diye cevap verdi. Usta kıkırdayarak, çırağını kolundan tuttu ve
dışarı çıkardı. Az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir
avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının
kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
"Tadı
nasıl?"
"Ferahlatıcı"
diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun
tadını aldın mı?" diye sordu yaşlı adam,
"Hayır"
diye cevapladı çırağı.
Bunun
üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve
söyle dedi:
"Yaşamdaki
ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır.
Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın
olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini
genişletmektir.
Onun
için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.
3-
DENEYİM
60'lık
ünlü ressam, bir lokantaya girer.
Gerçi
cebinde parası yoktur ama aldırmaz.
Lokantacıya
yapacağı portresine karşılık yemek istediğini söyler.
Güzelce
karnını doyurur.
Sonra
bir çırpıda lokantacının portresini çizerek masaya bırakır.
Kalkarken
adam gelir, resme bakar, beğenir.
"Güzel
ama" der lokantacı "Bir dakikada yaptınız bunu, oysa bir saattir
yiyorsunuz".
Ressam "Bir dakika değil, 60 yıl ve bir
dakika" diye karşılık verir.
4-
AZİM
Japon
çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı.
Fakat
ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu
kaybetti.
Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu
görünce ona bir karate hocası tuttu.
Hoca
ilk dersinde çocuğa karsısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı
gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi
yapıyorlardı.
Çocuk
bir gün hocasına "hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere
geçsek" dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan
kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını
bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir
kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği
yazıyordu. Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına
çıkacakken heyecanla hocasına sordu, "hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece
tek hareket biliyorum kesin kaybederim". Hocası ise "sen sadece
hareketi yap" cevabını verdi. Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini
eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin
iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son
rakibini de yendi ve şampiyon oldu.
Sevinçle
hocasının yanına koştu ve sordu "hocam nasıl olur, anlamıyorum, sadece bir
hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum".
Hocası
çocuğa baktı ve dedi ki, "senin yaptığın hareket karatedeki en zor
hareketlerden biridir. ..
Ve
bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak".
5-
MİCROSOFT VE İŞSİZ TEMİZLİKÇİ
İşsizin
biri, temizlik isleri için Microsoft'a başvurur. İnsan Kaynakları, bir ön
görüşmenin ardından test (yeri temizlemek) yaparlar ve "işe alındın,
elektronik posta adresini ver, sana başvuru formunu göndereyim,
aynı
zamanda, işe başlamak için geleceğin günü bildiririm" der. Adam çaresiz,
bilgisayarının, dolayısıyla elektronik posta adresinin olmadığını söyler. İnsan
Kaynaklarından, onun adına üzüldüklerini, fakat elektronik posta adresin yoksa,
kendisinin de var olmadığını ve kendisi de olmadığı için işe alınamayacağını
söylerler. Adam umutsuzca, ne yapacağını bilmeden, cebinde sadece 10$ ile
çıkar. Ve bir markete girerek 10 kiloluk bir kasa domates alır. Kapı kapı
dolaşarak, 2 saat içerisinde sermayesini ikiye katlar. İşlemi birkaç kez daha
tekrar eder ve aksam eve döndüğünde 60$'ı vardır. Ve bu şekilde yaşayabileceğini
anlar, her sabah erkenden evinden çıkar ve aksam geç saatlere kadar çalışır ve
her gün parasını üçe, dörde katlar. Az bir zaman sonra, bir el arabası alır,
bunu bir kamyonla değiştirir ve bir süre sonra artık, birçok araçtan oluşan bir
nakliye şirketi sahibidir.
5
sene geçer, adamımız Birleşik Devletlerin en büyük gıda nakliye şirketlerinden
bir tanesinin sahibidir artık. Artık ailesini ve geleceğini düşünmektedir ve
hayat sigortası yaptırmaya karar verir. Bir sigorta şirketini arar, kendine uygun
bir plan seçer ve konuşma biterken, sigortacı, teklifi gönderebilmek için
adamın elektronik posta adresini ister. Adam elektronik posta adresinin
olmadığını söyler "Şaşırtıcı, der sigortacı, elektronik posta adresiniz
yok ve bu hanedanlığı kurabildiniz, düşünün, ya bir de elektronik posta
adresiniz olsaydı." Adam düşünür ve şu cevabı verir:
- Microsoft'ta
temizlikçi olurdum!
6-
YOLUMUZDAKİ ENGELLER
Eski
zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş,
kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak?
Ülkenin
en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları,
saray
görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın
etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi.
Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.
Sonunda
bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere
indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan
ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden
sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü.
Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde.
"Bu
altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
Köylü,
bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel,
yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."
7-
BİR KÜÇÜK TEBESSÜM
Küçük
kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi
hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden
bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı.
Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki,
her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson
kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın
bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam
öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti.
Karnını
ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık
çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu
görünce, kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için
mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı
dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya
başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı. Anneler,
babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar.
Bütün
bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir
TEBESSÜMSÜN
sonucuydu.
8-
GERÇEK SEVGİ
Bir
gün sormuşlar ermişlerden birine: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu
yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce
sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra
hazırlamış.
Hepsi
oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve
arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar. "Ermiş
bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.
Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun
geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda
bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun
üzerine şimdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.
Yüzleri
aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya
bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya
daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş.
Böylece
her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan işte demiş ermiş,
'kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç
kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından
doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil,
veren kazançtadır daima.
9-
ARKADAŞ
Savaşın
en kanlı günlerinden biri.
Asker,
en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü.
İnsanın başını bir saniye bile siperin
üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.
Asker
teğmene koştu ve:
- Teğmenim. Fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir
miyim?
Delirdin mi? der gibi baktı teğmen...
- Gitmeye değer mi?
Arkadaşın
delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile.
Kendi
hayatını da tehlikeye atma sakın.
Asker ısrar etti ve teğmen "Peki "
dedi. "Git o zaman. İnanılması güç bir mucize.
Asker
o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı.
Onu
sırtına aldı ve koşa koşa döndü.
Birlikte
siperin içine yuvarlandılar.
Teğmen,
kanlar içindeki askeri muayene etti.
Sonra
onu sipere taşınan arkadaşına döndü:
- Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana
değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş
- Değdi teğmenim. dedi asker
- Nasıl değdi? dedi teğmen. Bu adam ölmüş
görmüyor musun?
- Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına
ulaştığımda henüz sağdı.
Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi
benim için
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak
tekrarladı:
- Geleceğini biliyordum! demişti arkadaşı.
Geleceğini
biliyordum.
10- MARANGOZ
Yaşlı
bir marangozun emeklilik çağı gelmişti.
İşveren
müteahhidine, çalıştığı konut yapım işimden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile
birlikte daha özgür bir yasam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı
ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki. Müteahhit
iyi isçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir
ev daha yapmasını rica etti.
Marangoz
kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün yaptığı iste olmadığını görmek
pek kolaydı. Bastan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini
adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti!
İşini
bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi.
Dış
kapının anahtarını marangoza uzattı. "Bu ev senin" dedi,
"sana
benden hediye".
Marangoz
şoka girdi. Ne kadar utanmıştı!
Keşke
yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi!
O
zaman onu böyle yaparmıydı. Bizim için de bu böyledir.
Gün
be gün kendi hayatimizi kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız ise elimizden
gelenden daha azını koyarız. Sonra da, soka girerek, kendi kurduğumuz evde
yasayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var
ki, geriye dönemeyiz.
Marangoz
sizsiniz.
Her
gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz.
"Hayat
bir kendin yap tasarımıdır" demiştir biri.
Bugün
yaptığınız davranış ve secimler, yarın yasayacağınız evi kurar. Öyle ise onu
akıllıca kurun.
11- KOVADAKİ
ÇATLAK
Hindistan'da
bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su
taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan
patronun evine ulaşan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine
konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her
gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su
götürebilirmiş.
Sağlam
kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını
yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş. İki yılın sonunda bir gün
çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve
senden özür dilemek istiyorum." "Neden diye sormuş sucu.
"Niye
utanç duyuyorsun?
Kova
cevap vermiş. "Çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için tasıma
görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen
bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun." Sucu
söyle demiş.
"Patronun
evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum."
Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanandaki yabani
çiçekleri ısıtan güneşi görmüş.
Fakat
yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve
yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş.
"Yolun
sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek
olmadığını fark ettin mi? Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan
yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz
ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri
toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o
evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."
Hepimizin
kendimize özgü kusurları vardır.
Hepimiz
aslında çatlak kovalarız.
Büyük
planda hiçbir şey ziyan edilmez.
Kusurlarınızdan
korkmayın. Onları sahiplenin.
Kusurlarınızda
gerçek gücünüzü bulduğunuzu bilirseniz eğer, siz de güzelliklere sebep
olabilirsiniz.
"İnsanlarla
birlikte büyüseler bile, kurdun eniği yine kurt olur."
12- 700
YILLIK ALTIN ÖĞÜT
Aşağıda
Osman Bey'e ünlü İslam Alimi, Şeyh Edeb-Ali'nin verdiği öğütleri anlatan bir
yazı. Çok hoşuma gitti. Neredeyse 700 yıl önce söylenmiş ama hiç mi hiç
eskimemiş. Tüm zamanlar için geçerli.
"Oğul
insanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.
Avun
oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, ama bunları nerede, nasıl
kullanacağını bilemezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin...
Öfken
ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip
olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş
gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün
ışığına çıkacaktır. Ananı, atanı say, bereket büyüklerle beraberdir.
Bu
dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü
ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme.
Sevildiğin
yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.
Üç
kişiye acı:
*
Cahiller arasındaki alime,
*
Zenginken fakir düşene,
*
Hatırlı iken itibarını kaybedene.
Unutma
ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı
olduğunda mücadeleden korkma.
"Bilesin
ki atın iyisine DORU,"
"Yiğidin
iyisine DELİ derler."
13- TAHTA
PERDEDEKİ ÇİVİ
Kötü
karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
" arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye
bir çivi çak" demiş.
Genç,
birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. sonraki haftalarda kendi
kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet
bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu
yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden başlayarak tartışmayıp
kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)"
demiş.
Günler
geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona "aferin iyi
davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık
geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla
tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir.
Her
kötü kelime bir yara (delik) bırakır. Bir çatal bir arkadaşlara
(bu
cümle anlaşılmıyor) sokabilirsin ve çıkartabilirsin, Arkadaşına bin defa
kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak (kapanmayacak).
Bir
arkadaş ender bir mücevher gibidir.
Seni
güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana
yüreğini açar" demiş.
14- OSMAN
EFENDİ
Osman
Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç
alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor
çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider.
Lakin
Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.
Üstüne
üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.
Başka
doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir,
ağrıyı
kesene servet vaat eder.
Doktorların
hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz.
Ev
halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi
İstanbul'a götürmeye karar verirler. İstanbul'da en iyi doktorlar seferber
olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe
bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş
ağrısı ve
gözyaşları
hayatı çekilmez hale getirmiştir. Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman
Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil
İsviçre moda, Zürih'e gidilir. Haftalarca
hastanede
kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Sonuç:
Osman
Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman
Efendiye
ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha
doğrusu son günlerini -evinde- geçirmesi tavsiye edilir. Osman Efendi bitkin,
aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman
Efendi
yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye
başlar.
Bir
gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi
Berber
Mehmet çağrılır. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an
düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş
olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman
Efendinin
şaşkın
bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı
Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet,
Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik
kılla kapı dışarı edilir.
Osman
Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı
adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa
rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise
eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar
basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman
Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.
15- İKİ
SİMGE
Yaşlı
kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle
boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri
siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin
kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu,
yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için
bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı
olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu
artık. O merakla, sordu dedesine...
Yaşlı
reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
-
Onlar, dedi. Benim için iki simgedir evlat!
-
Neyin simgesi? diye sordu çocuk.
-
İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve
kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu
düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk,
sözün burasında:
-
Mücadele varsa, kazananı da olmalı, diye düşündü...
Ve
her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
-
Peki, dedi. Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?
Bilge
reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
-
Hangisi mi evlat?
Ben,
hangisini daha iyi beslersem!...
16- BALTAYI
BİLEMEK
Bir
ormanda iki kisi ağaç kesiyormus. Birinci adam sabahlari erkenden kalkiyor,
agaç kesmeye basliyormus, bir agaç devrilirken hemen digerine geçiyormus. Gün
boyu ne dinleniyor ne ögle yemegi için kendine vakit ayiriyormus. Aksamlari da
arkadasindan bir kaç saat sonra agaç kesmeyi birakiyormus.
Ikinci
adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya basladiginda eve dönüyormus.
Bir hafta boyunca bu tempoda çalistiktan sonra ne kadar agaç kestiklerini
saymaya baslamislar.
Sonuç:
Ikinci adam çok daha fazla agaç kesmis. Birinci adam öfkelenmis: "Bu nasil
olabilir? Ben daha çok çalistim. Senden daha erken ise basladim, senden daha
geç bitirdim. Ama sen daha fazla agaç kestin. Bu isin sirri ne?"
Ikinci
adam yüzünde tebessümle yanıt vermiş: "
Ortada
bir sır yok.. Sen durmaksızın çalışırken, ben arada bir dinlenip baltamı
biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.
"Kendimizi
gelistirmek, baltamizi bilemektir. Kendimize zaman ayirip, yasamimizi objektif
bir bakisla gözden geçirmektir. Zayif buldugumuz alanlarimizi gelistirmek için
caba göstermektir. Bu, zihnimizin, ruhumuzun, karakterimizin güçlenmesi için
olmazsa olmaz bir kosuldur. Delhi'deki ünlü tapinakta Sokrat'in su sözü yer
alir: "Insan Kendini Tani." Kendini tanimak, su anda oldugumuz
noktayla olmak istedigimiz nokta arasindaki yoldur. Kendini tanimak, kendimizi
nasil gördügümüz ile baskalarinin bizi nasil gördügü arasinda fark olmamasi
anlamina gelir. Bireysel ve is yasamimizda basarili, mutlu ve doyumlu olmak
istiyorsak, baltamizi bilemek için kendimize zaman ayirmaliyiz.
Beyaz
at ve hükümdar
Hükümdarın
birinin beyaz bir atı varmış. Hükümdar, bu atını çok severmiş. Bir gün bütün
maiyetinin ("kendi adamlarının") hazır bulunduğu bir sırada:
- Bu
beyaz atımın ölüm haberini getirenin kafasını uçurabilirim. Çok dikkatli olun.
Çünkü bu beyaz atı canım kadar seviyorum. Onun ölüm haberi bende kriz
geçirtebilir, demiş.
Günün
birinde, her şeyin eceli gibi beyaz atın da eceli gelir. Ve beyaz at ölür.
Hükümdarın adamlarında bir telaştır kopar. Kimse cesaret edemez ki, beyaz atın
ölümünü hükümdara haber versinler. Seyis başı, düşünür taşınır, olacak gibi
değil. Ben gidip hükümdara haber vereceğim. Öyle olsa da, böyle olsa da bizim
kafa gidecek, der. Ve Seyis başı, hükümdarın huzuruna çıkar:
-
Hükümdarım, der. Sizin beyaz at var ya!
-
Evet der, Hükümdar. Seyis başı:
- O,
yatmış, ayaklarını dikmiş, gözlerini yummuş, karnı şişmiş, hiç nefes almıyor,
der. Hükümdar :
-
Seyis başı, seyis başı! Desene, bizim beyaz at öldü!..
Seyis
başı:
-
Aman hükümdarım! Ben demedim, siz dediniz hükümdarım, siz dediniz der ve kafayı
kurtarır.
Söyleme
şeklimiz bir çok şeyi değiştirir.
17- KIRLANGIÇ
HİKAYESİ
Kırlangıcın
biri birgün bi adama aşık olmuş. Hergün pencerenin önüne gelir onu izlermiş.
Birgün
bütün cesaretini toplamış ve adama hey adam ben seni seviyorum uzun zamandır
seni izliyorum demiş adam saçmalama sen bir kuşsun ben ise bir insan durduk
yere sende nereden çıktın diye bunu içeri almamış pencerenin önünden kovalamış
kırlangıç yine gelmiş tamam seni hiç rahatsız etmicem demiş sadece çok iyi dost
olalım demiş adam yine kabul etmemiş ve kovalamış kırlangıç tekrar gelmiş bak
demiş hava çok soğuk seninle çok iyi arkadaş olalım beni içeri al soğukta
donacağım demiş sıcak ülkelere göç etmek zorunda kalıcam lütfen beni içeri al
demiş adam yine almamış kırlangıç çok üzgün bir şekilde başını önüne eğmiş ve
gitmiş aradan çok zaman geçmiş adam pişman olmuş yaz gelmiş diğer kırlangıçlara
sormaya başlamış ama gören olmamış sonunda danışma ve bilgi almak için bilge
bir kişiye gitmiş olaları anlatmış. Bilge kişi demişki kırlangıçların ömrü altı
aydır hayatta bazı fırsatlar vardır sadece birkez elinize geçer
değerlendiremezseniz uçup gider hayatta bazı insanlar vardır sadece bir kez
karşınıza çıkar değerini bilmezseniz kaçıp gider ve asla geri gelmez dikkatli
olun farkında olun ve bir düşün bakalım acaba sen farkında olmadan bugüne kadar
kaç kırlangıç kovaladın.
18- DÜNYAYI
KOVALAYAN ADAM
Adam,
bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline
gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu.
Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini
sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu ama hiç
dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra
gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya
haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
-
Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim! dedi. Sonra düşündü:
- Oh
be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama
kadar düzeltemez!
Aradan
on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
-
Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz! dedi.
Adam
önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna
bunu nasıl yaptığını sordu.
Çocuk
şu ibretlik açıklamayı yaptı:
-Bana
verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzeltiğim zaman
dünya kendiliğinden düzelmişti!
Sevgiyi
Göstermek
Sevginin
sadece sözünü edenlerle, onu yasayanlar arasında ne fark vardır?
''Bakin
göstereyim'' demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları
çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken
tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasındanda derviş kasıkları denilen
bir metre boyunda kasıklar. Ermiş bu kasıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz
diye birde şart koymuş. Peki demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da
ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar
ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun
üzerine simdi demiş ermiş, sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş
sofraya bu defa. Buyrun deyince, her biri uzun boylu kasığını çorbaya daldırıp,
sonra karsısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini
doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan iste demiş ermiş,
'Kim
ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı, düşünürse, o aç
kalacaktır. ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından
doyurulacaktır şüphesiz.
Şunu
da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima .
19- EVERESRT’İ
YENMEK
Sir
Edmund Hillary 29 Mayıs 1953 tarihine değin zirvesini kimsenin göremediği
Everest'e tırmanan ilk kişiydi. Bunu o başardı ve bu başarısı nedeniyle Kraliçe
Elizabeth tarafından kendisine şövalye unvanı verildi.Hillary'nin bu
başarısının altındaki öyküsünü ve gizini, onun "High Adventure"
(Yüksek Serüven) adlı kitabını okuyunca öğrendik. Sir Hillary, 1952 yılında da
Everest'e çıkma girişiminde bulunmuş, fakat bu girişimi başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Bu girişiminden birkaç hafta sonra İngiltere'de bir okulun
öğrencilerine konuşma yapmak için çağrılmıştı. Konuşmanın konusu, onun zirveye
tırmanış girişimiydi. Edmunt Hillary, bu girişiminde başarısız olduğunu kabul
ettikten sonra bir süre durdu ve mikrofonu bırakıp, konuşma kürsüsünün yanında
duran Everest'in büyük boy fotografı önüne doğru yürüdü. Sonra da fotografa
dönüp, yumruğunu havaya kaldırarak, yüksek sesle koca zirveye meydan okudu:
"Beni
bu ilk denememde yendin ama, senle davam bitmedi, ey Everest" diye
haykırdı.
"Bekle
beni, sana yine geleceğim ve seni bu kez, ayaklarımın altına
alacağım."Everest'e bu meydan okumasından sonra Hillary salondaki
öğrencilere döndü ve onlara, bir yıl sonra ulaşacağı başarısının gizini o gün
açıkladı:
"Beni
bu kez yendiği için Everest gözümde şimdi daha da büyüdü ama" dedi.
"Benim bunu bildiğim gibi, o da şunu iyi bilmek zorundadır: Onu
yenemediğim için, bendeki inanç ve azim de daha büyüdü, daha güçlendi.
"Bu
konuşmadan bir yıl sonra Everest, Hillary'nin ayakları altındaydı.
Yaşlı
Adam Gürültücü Öğrenciler
Yaşlı
bir adam emekli olduktan sonra bir lisenin yanında küçük bir ev aldı.
Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirdi ama ders yılı
başlayınca huzuru kaçtı.Okulların açıldığı ilk günden başlayarak öğrenciler,
dersten çıkar çıkmaz yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmeliyorlar,
anlamsız sesler çıkararak bağırıp, çağrıyorlar, dayanılmaz gürültüler
yapıyorlardı. Çocukların gürültülerinin dinmek tükenmek bilmeyeceğini anlayan
yaşlı adam, bu işe bir son verebilmek için kurnazca bir çözüm buldu. Ertesi gün
çocuklar öğrenciler okuldan çıkıp, yine dayanılmaz gürültüler yaparak evinin
önünden geçerken yaşlı adam dışarı çıktı, onlara bir öneride bulundu.
"Siz
hepiniz çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz" dedi.
"Bu
neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı
biçimde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım. Siz bana gençliğimi
anımsatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün
bir dolar veririm. Kabul mü?."
Bu
öneri çocukların çok hoşuna gitti. Her gün hem eğleniyorlar, hem bol bol
gürültü yapıyorlar, hem de bir dolar para kazanı yorlardı.
Bu
durum bir hafta bu biçimde sürdükten sonra birgün yaşlı adam çocukları yine
durdurdu ve onlara kısa bir açıklama yaptı:
"Çocuklar,
yaşam pahalılığı, enflasyon beni de etkilemeye başladı" dedi.
"Bugünden sonra size ancak elli sent verebileceğim. Beni anlayışla
karşılayacağınızı umarım."
Bu
durumdan pek hoşlanmamalarına karşın çocuklar yaşlı adama anlayış gösterdiler
ve günlük gürültülerini elli sent karşıladığında yapmayı kabul ettiler. Aradan
birkaç gün daha geçtikten sonra yaşlı adam birgün çocukları yine durdurdu ve
onlara bir durum açıklaması daha yapmak zorunda kaldığını bildirdi:
"Bakın,
bizim emekli paralarını gününde ödemiyorlar" dedi.
"Durumum
biraz sıkışık. Üzülerek söylüyorum ama yapabileceğim başka birşey yok. Bundan
sonra size ancak yirmibeş sent verebileceğim. Tamam mı?.. Anlaştık mı?"
Yaşlı
adamın bu son önerisi, çocukların hiç de hoşuna gitmedi. "Olanaksız
bayım" dedi içlerinden biri. "Günde yirmibeş sent için bu işi
yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kusura bakmayın ama, biz işi
bırakıyoruz."
20- DENİZYILDIZI
Yazı
yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans
eder gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder.
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler.
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir adam olduğunu fark eder.
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler.
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Genç
adama yaklaşır:
Yazar
sorar;